7.10.2009

The Boat That Rocked (2009)


Hiç düşünmeden şunu söyleyebilirim ki bu senenin filmi budur! İsterseniz cumartesi akşamı arkadaşlarınızı çağırın ve mısır patlatıp izleyin, isterseniz pazar günü koltuğunuza gömülüp çay içerken izleyin. Ama izleyin! Ben bu filme ba-yıl-dım :o) Filmi izleyince "Ben niye 60'larda yaşamadım gençliğimi" diye hayıflanası geliyor insanın. En azından benim hayıflanasım geldi, "Beni de alın aranıza" dedim içimden.

İngiltere'de 60'lı yıllarda radyolarda rock müzik yayını yapılamıyormuş ve bu nedenle pek çok korsan radyo istasyonu kurulmuş. The Boat That Rocked da bu korsan radyo istasyonlarından birini; açık denizden yayın yapan "Radio Rock" gemisini, geminin mürettebatı olan dj'leri ve bu dj'lerin rock'n roll karşıtı hükümetle çatışmasını anlatıyor. Ve biz de dolayısıyla bol bol müzik dinliyoruz. Hem de güzel müzik! Ben zaten oldum olası müzik odaklı filmleri sevmişimdir; High Fidelity tadındaki filmleri kastediyorum, ama bu kadar güzel ve eğlencelisini izlememiştim.

Gördüğümüz her yüz tanıdık. Küçücük rollerde bile sevdiğimiz oyuncuları görüyoruz. Bana her izlediğimde "Jim Carrey yaşlanınca böyle olacak" dedirten Bill Nighy her zamanki gibi mükemmel, Philip Seymour Hoffman'ın varlığı yeter zaten, Rhys Ifans Notting Hill'den sonra bambaşka, Jack Davenport (benim için her zaman Steve Taylor olarak kalacak olsa da) tam-bir-pislik-rolü'nde çok başarılı, Shaun Of The Dead ile hayranlığımızı kazanan Nick Frost yine en çok güldürenlerden, Emma Thompson kısacık da olsa gönüllerimizi şenlendiriyor... Sırf bu kadro için bile izlenir dersem birçok kişi bana katılacaktır sanırım. Kaldı ki filmi yazan ve yöneten de Notting Hill, Bridget Jones's Diary, Love Actually gibi birçok filmden tanıdığımız Richard Curtis. Dolayısıyla bütün bu isimler bir araya geldiğinde zaten filmin kötü olma ihtimali ortadan kalkıyor.

"How about it then" diyerek sizi fragman ile başbaşa bırakıyorum.

24.09.2009

Das Leben der Anderen (2006)


Alman sinemasının gün geçtikçe parladığının en büyük kanıtıdır bu film bence. Evet, Das Experiment tüylerimizi diken diken etti, Lola Rennt "Vay be!" dedirtti, Der Untergang çok etkileyiciydi, Goodbye Lenin çok güzeldi... Bu liste daha da uzatılabilir elbette. Ama gelin görün ki Das Leben Der Anderen eşi benzeri olmayan bir film.

Filmin biri oscar olmak üzere onlarca ödül alması da zaten bu dediğimi kanıtlar nitelikte. Üstelik de yazan ve yöneten Florian Henckel von Donnersmarck isimli gencecik bir abi. Hem de ilk uzun metraj filmi. Başrolde de Wiesler rolüyle Ulrich Mühe var. Bana kalırsa öyle bir oyunculuk sergilemiş ki diğer herkesin ve herşeyin önüne geçmiş.

İlk sahne, 1984'te Doğu Almanya Güvenlik Teşkilatı için yetiştirilen gençlerin olduğu bir dersle başlıyor. Wiesler sorgularından birini dinletiyor öğrencilere. Ve biz kendisinden nefret ediyoruz. Son sahne Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra bir kitapçıda bitiyor. Ve film biterken bu sefer kendisine sarılmak istiyoruz.

İşte sabit fikirleri ve katı ilkeleri olan Wiesler'in bu değişiminin her adımını buraya yazmak geliyor içimden ama heyecanı kaçırmayayım. Gizli servisten gönderilip evlerini dinleyip haklarında rapor tuttuğu sanatçı çiftin, Wiesler'in içindeki o sarılınası adamı ortaya çıkartışı daha güzel anlatılamazdı.

Filmin sonundaki diyalog asla unutulmayacak şekilde hafızalara kazındı:
Buchverkäufer: 29,80. Geschenkverpackung?
Hauptmann Gerd Wiesler: Nein, es ist für mich.


23.09.2009

Joyeux Noël (2005)


Joyeux Noël, birkaç sene önceki film festivallerinden birinde (sanırım Filmekimi) bilet bulamayıp da kaçırdığım zaman beni çok üzmüştü. Sonra uzun süre unuttum. Derken yine bir yerden karşıma çıktı. İyi ki de çıkmış.

Bu filme savaş filmi demek çok da doğru olmazmış gibi geliyor bana. Çünkü 1914 yılının noelinde savaş cephesindeki Fransız, Alman ve İskoç askerleri izlerken, hiç de savaş filmi izliyormuş gibi hissetmedim kendimi doğrusu.

Daracık bir alanda üç farklı cephe, sabah bir cephede çalan çalar saat ile uyanan üç cephe dolusu asker, bu üç farklı milletten askerler tarafından farklı isimlerle sevilen ve o cephe senin bu cephe benim gezen bir sokak kedisi... Derken bir de bakmışlar bu üç düşman ülkenin çocukları beraber noeli kutluyorlar. Bir parça çikolatayla bir tane sigara değiş tokuşu, paylaşılan içkiler, sırf rapora yalan yanlış şeyler yazmamak için boşluğa atılan toplar...

Bunları izleyince bir yandan gülümserken bir yandan da insanın içi burkuluyor. Gencecik insanların istemeden (daha da kötüsü isteyip istemediklerini düşünmelerine bile fırsat vermeden) kendileri gibi gencecik insanları öldürmeleri amacıyla ailelerinden ve sevdiklerinden koparılıp uzaklara gönderilmesi. Üstelik bunun için 1914'e kadar dönmeye de gerek yok, asıl üzücü olan da bu sanırım.

Neyse, bu konuya girersek çıkamayız. O yüzden ben hemen künye diyorum. Filmi yazan da yöneten de Christian Carion, pek tanınmayan bilinmeyen bir şahıs olmasına rağmen ayakta alkışlanmalı bence. Sadece tek bir bayan oyuncumuz var, o da Diane Kruger. Bence silik, sönük, gereksiz olmuş ama tabi bu benim fikrim, beğenen de çok olmuş. Goodbye Lenin ile tanıdığımız Daniel Brühl ve Jeux d'enfants'ın yakışıklısı Guillaume Canet başrollerde. İkisi de rollerinin hakkını vermiş bana kalırsa.

Üç farklı dilde çekilen bu Fransız filmini mutlaka dublajsız izleyin ki birbirilerinin dillerinde konuşarak kibarlık yapmaya çalışan bu adamları görünce içiniz ısınsın diyorum ve iyi seyirler diliyorum!

14.09.2009

Interview With The Vampire: The Vampire Chronicles (1994)


Aslında hakkında iki satır yazmak istediğim o kadar çok film var ki nasıl devam edeceğimi bilemedim. Özel istek üzerine Interview with the Vampire hakkında yazıyorum. Yazarken de bir yandan Sting - Moon Over Bourbon Street'i repeate aldım dinliyorum. Sting Paşa, Anna Rice'ın 1970'lerde yazdığı The Vampire Chronicles serisini okuduktan sonra yapmış bu şarkıyı özel olarak.

Anna Rice'ın kitaplarını okumadığım için ne derece başarılı bir uyarlama olduğunu ancak duyduklarım kadarıyla biliyorum. Ama film için gelmiş geçmiş en iyi vampir filmidir diyebilirim. Evet çok iddialı oldu, ama benim için öyle. Çünkü Louis anlattıkça bambaşka bir dünyanın içine sokuyor sizi. O hırslar ve arzuların ardındaki çaresizlikler ve mutsuzluklar o kadar ince işlenmiş ki etkilenmemek mümkün değil.

Neil Jordan yönetmenliğindeki filmin kadrosu zaten tartışmaya açık değil. Benim için ilk sırada Tom Cruise ve Kirsten Dunst gelir. Ardından Brad Pitt. Üçü de kariyerlerinin en başarılı oyunculıklarını sergilemişler sanırım. Ardından da Antonio Banderas ve Christian Slater. Daha ne olsun...

Filmi izlememiş birisinin varlığına inanmadığım için izleyin falan demeyeceğim. Onun yerine izleyenler için araya zaman girdiyse tekrar izlemenin çok keyifli olacağına eminim diyorum. "Drink me and live forever" tagline'ı ile yazımı noktalıyorum.


IMDb filmin türüne horror demiş. Ben dram yazmak istiyordum :o) ama IMDb'nin kalıplarına bağlı kalmak istediğim için yazamadım, bilginize.


17.06.2009

Across The Universe (2007)

Müzikallere karşı ayrı bir sempatim olduğu doğru. Ama Across The Universe bu sempatinin çok ötesinde bir yere sahip benim için. İlk izlediğim günden beri hem tekrar tekrar izlemek istiyorum hem de kıyamıyorum, öyle garip birşey.

Bilmeyenler için filmi tek cümleyle özetlemek gerekirse; Beatles'ın şarkılarından oluşturulmuş bir müzikal diyebiliriz. İçinde bol bol romantizm, 60lar, aktivizm, biraz savaş, savaş karşıtı hippi gençler, Liverpool aksanı, rüyadaymışsınız hissi veren psychedelic sahneler.. Anlatılmaz yaşanır denen cinsten bir film yani.

Künyeye baktığımızda yönetmenimiz Julie Taymor. Başrollerde Hey Jude'un Jude'u olarak Jim Sturgess ve Lucy In The Sky With Diamonds'ın Lucy'si olarak da Evan Rachen Wood gözlerimizi gönüllerimizi şenlendiriyorlar. Joe Anderson'ı da anmadan olmaz. Beyleri hayranlıkla ağzımın suyu akarak, hanımefendiyi de kıskançlıktan çatlayarak izledim şahsen.

Bana sorarsanız Beatles hayranlarının kesinlikle ıskalamaması gereken bir film. Yok sevmiyorsanız yine de bir şans verin derim, ben filmi izledikten sonraki bir hafta boyunca filmin soundtrack'ini dinleyip kendimden geçtim.